Iyi ki okumusum bu kitabi. Okumadan once bazi yorumlari gorunce, acaba cok mu sikilirim diye dusunuyordum. Aksine. Olaylarin azligina ragmen hic bu kadar begenecegimi dusunmemistim. Degisik, karmasik ve cok heyecanli bir kitap istiyorsaniz size gore degil. Aksine duygularin cok derin analiz edilip islendigi, edebiyatimizin ilk psikolojik romani.Süreyya, Suad ve Necip ile 1900'lü yıllarda kaybolmak... Uzun tasvirlerle dolu, insanların zihnine bu kadar bulaşmış bir romanı bana okutturan şey neydi ciddi ciddi merak ediyorum. Normal koşullar altında belki de yüzüne bakmayı bile düşünmeyeceğim bu roman, son dönemlerde okuduğum en iyi kitap olmayı bir tarafa bırakın, beni okumaya tekrardan bağlayan kitaplardan olmuştur. Kitabı her elimden bırakışımda zihnimde dimağımda bıraktığı tadı bugüne kadar aldığım kitap çok azdır.Öncelikle görsel zenginlikten güzellikten bahsetmek istiyorum. Kitabı okurken olayların geçtiği mekana olan yakınlığımdan mıdır bilmem ama fena halde etkilenmiş buldum kendimi. Kimi anlar da hiçbir şey beklemez sadece biraz daha anlatsana "Boğaziçini Mehmet Abi" dercesine kitabına bakardım. Başından sonuna kadar defalarca kez düşünüldüğü o kadar belli ediyor ki kendini biraz duraksayarak okusanız kitabı her cümleden ayrı bir roman yazılabilir. Her cümle de daha da artan bir koku var. Göstermekle kalmıyor yaşatıyor, onunla da yetinmiyor kokusunu dahi getiriyor size. Boğaziçinde kar diyor, bir yerde onu anlatıyor. Kar dumanlarla savrularak, puslarla sulanarak Boğaziçi'ni hırpalarken, onların bacasında ince bir duman, fırtınaya meydan okur gibi yükselecekti; soğuklarda gezerek elleri, yüzleri donmuş döndükleri zaman, odaları ılık, kendilrerini kabule hazır, konukseverlikte cömert davranacaktı.Bir roman daha ne kadar güzel anlatabilir diyorum; bir roman, romanlığından daha ne kadar vazgeçebilir? Ancak Eylül kadar vazgeçebilir. Ben tüm bunlarla mest olurken kitabın asıl mahiyetini unutuyordum: Eylül edebiyatımızın ilk psikolojik romanı. Kimi zaman insanların zihinlerine hapsoluyoruz. Necib ve Suad arasında gidip geliyoruz. Bazen sayfalarca Necib'in düşüncelerini dinliyoruz. İşin garip tarafıysa bu, dinliyoruz. Ne o ağırlık var kitapta, ne o kasvet! Hüzünlüyse hüzünlü, yorucuysa yorucu ama öyle samimi ki "Ah ulan, git konuş, söyle artık, o da seviyor," diye seslenmenizi bile sağlıyor. Galiba bunun sebebi türlü karakterin var olması ve bu karakterlerin ciddi bir altyapısı olması: Umutsuz Necib, hüzünlü Suad, Naif Süreyya, Kıskanç Hacer, Adi ve paragöz Fatin, Otoriter Baba, Masum Anne. Hepsi adeta bir bulmaanın parçaları gibi birbirlerini tamamlıyorlar. Kitabı okurken sanki gözleriniz bu yapboz parçalarının sınırlarında geziyor gibi hissediyorsunuz. Hayatlarına dair, onlara dair her şeyi öğreniyorsunuz. Ama fazlasını değil, yeteri kadarını öğreniyorsunuz. Kitap öyle ki tam ayarında, hiçbir fazlası yok. Tüm bu tasfirler ve psikolojik betimlemeler içinde ister istemez topluma, ilişkilere, ahlaka, aile kurumuna dair düşünceler, bilhassa eleştiriler var. Lakin bu eleştiriler birer serzenişten ibaret kalınca işin boyutu değişiyor. Tüm bu duruma yalnız üzülünüyor, söyleniliyor fakat hiçbir öneri getirilmiyor. Benim için kitabı çekici kılan diğer bir noktada bu. Necib ne kadar çaresizse ben de o kadar çaresizdim kitabı okurken. O ne kadar aşkından dolayı akıldan eksikse ben de o kadar eksik kaldım. Suad iffetinden ödün vermeyi arzularken yanıldığı konusunda ne kadar yanılıyorsa ben de o kadar yanıldım. fakatTüm bu güzelliklere gölge çeken bir şey var ki kitap boyunca zar zor dayandım. Okuduğum baskı her satırda onlarca yazım hatasına yer veriyordu. Sadeleştirmesi ve müdahalelerin çoğu yersiz, çoğu zaman da Mehmet Rauf'un dilini anlatımını kirletiyor. Bordo-siyah Yayınlarındandı benim okuduğum kitap. Ona denk gelmemenizi canı gönülden dilerim.Bunların dışında Mehmet Rauf çoğu zaman ufak nüansları okuyucuya bırakıyor. Örneğin Fetih Naci'nin eleştirisinde dediği gibi bir yerden sonra Suad ile Necib birbirlerine siz yerine sen demeye başlıyor. Bir başka örnek ise Süreyya giderek daha çok yok oluyor kitapta. Aşk da kimi zaman bayağılaşan işaretler görülse de karakterlerin yeri, birbirlerine karşı durumu kitaba onlardan bir his katıyor. Kitapta tüm bu ilişki odağının dışında "memurluk" mesleğinin sekteleri, o zamanın modern toplumunda "büyük" ailenin artık bir sorun oluşu, evliliklerin noksan yanları sezilmektedir. Fakat kitabın genelinde olduğu gibi bunlara da çözüm yoktur. Sorunun içinde boğuşur dururuz. Bu boğuşma kimi zaman kitaba can verirken kimi zaman da kitaptaki düşünceleri veyahut olayları sekteye uğratır.yine de Bugüne kadar bu kaliteyle kalabilmiş nadide eserlerden biri Eylül. Okuması, üzerine düşünmesi veyahut onu çözmeye çalışması ayrı keyifli. Okunmadan ölünürse yazık olacak kitaplardan.
What do You think about Eylül (1901)?
"Namus... Herkesin söylediği fakat kimsenin rast gelmediği bir tür kuş olmalı..."
—Gracied15
İki kez başlayıp da sonunu getiremediğim ilk kitap!
—TeeDee